Kelebeğin Rüyası şiire bir saygı duruşu niteliğinde ve bu
açıdan oldukça başarılı. Şiirlerin sadece keyif masalarında ortaya çıkmadığını
ne de güzel anlatmış hatta. “Şiir bahanesidir, hayatın”
Film, ilk yarısı itibariyle bir dönem filmi gibi şekilleniyor ve ortaya çıktığı dönemin sorgulamasını çok ama çok iyi yapıyor. Zonguldak’ı ve Zonguldaklıları, Zonguldak’ın iki zıt kutbunu anlatırken esasında dönem Türkiye’sine de geniş bir açıdan yaklaşıyor. 16 yaşından itibaren “kanunla” maden yataklarında çalışmak zorunda kalan köylüler; köylü olmadıkları için yerin dibinden kurtulan ama “verem” ve “fakirlik” nedeniyle imanı gevreyen ve geleceği olmayan şairler; ve Cumhuriyet tarihinin yeni burjuva sınıfı.
Bu çatışma filmin ilk bölümü itibariyle çok net. Maden işçilerinin bıkkınlığını, yaşama küsmüşlüğünü ve yorgunluğunu görürken bir sonraki karede “Cumhuriyet Balolarının” görkem ve şatafatını tabiri caizse “şak” diye anlatıyor film… Gerçeği söylemek gerekirse filmin ilk yarısı bu yönüyle beklentilerimin çok çok üzerinde oldu. Tam anlamıyla bir dönem filmi havası vardı ve film gerçeğin can yakıcı halini perdeye çok iyi yansıtmıştı.
Film, ilk yarısı itibariyle bir dönem filmi gibi şekilleniyor ve ortaya çıktığı dönemin sorgulamasını çok ama çok iyi yapıyor. Zonguldak’ı ve Zonguldaklıları, Zonguldak’ın iki zıt kutbunu anlatırken esasında dönem Türkiye’sine de geniş bir açıdan yaklaşıyor. 16 yaşından itibaren “kanunla” maden yataklarında çalışmak zorunda kalan köylüler; köylü olmadıkları için yerin dibinden kurtulan ama “verem” ve “fakirlik” nedeniyle imanı gevreyen ve geleceği olmayan şairler; ve Cumhuriyet tarihinin yeni burjuva sınıfı.
Bu çatışma filmin ilk bölümü itibariyle çok net. Maden işçilerinin bıkkınlığını, yaşama küsmüşlüğünü ve yorgunluğunu görürken bir sonraki karede “Cumhuriyet Balolarının” görkem ve şatafatını tabiri caizse “şak” diye anlatıyor film… Gerçeği söylemek gerekirse filmin ilk yarısı bu yönüyle beklentilerimin çok çok üzerinde oldu. Tam anlamıyla bir dönem filmi havası vardı ve film gerçeğin can yakıcı halini perdeye çok iyi yansıtmıştı.
İkinci bölüm itibariyle her şey değişti ama. Hikaye gittikçe
tektipleşti ve içine kapandı. Toplumsal acıları vura vura işleyen film, kişisel
acıların büyüsüne kapıldı adeta. Daha çok gözyaşı verdi belki ama bir biyografi
filmi olmaya başladı. Hatta bir “acı” filmi.
Bu yorumlarım filmin kötü ya da başarısız olması ile alakalı
değil. Film zirveleri yakayacakken, ne yazık ki muadil filmler kategorisinde
bir düzlüğe yaklaşmış olarak kaldı. Yani ortada sadece “iyi” bir film var. Ne
yazık ki. Halbuki çok daha fazla olmaya doğru ilerliyordu. Film, bir fikri,bir
olguyu bu kadar iyi ve net yakalamışken nasıl olurda bu fırsatı kaçırmış?
Filmin görüntü yönetmeni büyük iş kotarmış. Alkışlanası.
Yılmaz Erdoğan’da sandalyenin hakkını vermiş. Özellikle Mert Fırat’ın
oyunculuğu şapka çıkartılacak cinsten. Kıvanç Tatlıtuğ’da şair “Muzaffer”
olarak çok başarılı. Ancak Belçim Erdoğan her yönüyle sırıtmış. Liseli bir genç
kızı oynayan Belçim Erdoğan, kendisinden kaynaklanmayan sebepler yüzünden, çok
eğreti durmuş filmde.
Filmin şiirsel atmosferi de çok başarılı. Şiirler de.
Türk şiirinin bir dönemine de ışık tutuyor. “Varlık”
dergisinin ne kadar önemli olduğunu anlıyor, “Garip” akımının doğum sancılarını
siz de yaşıyorsunuz gibi. Behçet Necatigil de var.
Muzaffer Uslu’nun şiiriyle bitirelim.
Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir
yazardı
Ve yağmurlu
gecelerde
Elleri cebinde
gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi
okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş
parasızlıktan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder